1 Mayıs 2020 Cuma

En uzun, en çaresiz geceni düşün. Sabah olmadı mı?

  

'En uzun, en çaresiz geceni düşün. Sabah olmadı mı? ' diyor Reşat Nuri Gültekin. Düşün, gece boyunca ağlıyorsun, artık gözyaşların kuruyor, göz kapakların inceliyor. Sabah perdeni açtığında incelen göz kapaklarına giren o güneş bile seni rahatsız ediyor. Peki ne için? Ne değişiyor ki sanki? Hiçbir şey. Ama o geceler senden bir parçanı alıp götürüyor sen farkında olmadan. İnsanlar kalkmış, telaş içinde, daha sabahın erken saatlerinde günün bitmesi için dakikalar sayıyor. Sen çaresiz, yalnız, mutsuz bir kızsın. Sana göre hiçbir şey hiçbir zaman değişmeyecek. Odana giren o güneş bile senden mutlu değil, umudunu kesmiş, kafanın içinde dolaşan karanlık düşlerini tahmin etmeye çalışıyor. Sense bir an önce geceyi bekliyorsun tekrar dalmak için olmayacak hayallerine. Ama kaldır kafanı, bak gökyüzüne. Nefes alıyorsun, duyuyorsun kuş seslerini, en önemlisi görebiliyorsun gökyüzünü. Halledemeyeceğin ne olabilir ki? Sen şuana kadar hangi taşları temizledin üstünden onu düşün. Seni yıkmaya çalışan kimleri alt etmedin? 

  Sonra kafandaki düşünceler sana şunu fısıldıyor: ' Benim söylemek için çırpındığım gecelerde siz yoktunuz.' Çok fazla Özdemir Asaf okudun bu sıralar biliyorsun. Alıyorsun eline kağıt kalem başlıyorsun yazmaya. Kim bilir kaçıncı yazın bu. Yazdıkça rahatlayacağını, zehrini o siyah kağıtlara akıtacağını biliyorsun. Ama atladığın bir şey var. Sen yazdıkça içinden bir parça kopartıyorsun. Kağıtlara dökülen her kelime sana saplanıyor, geçmişi hatırlatıyor. Bırak akıtsın diyorsun ama canını daha fazla yakıyor. Rahatlamak yerine sen kapanan yaralarını açıyorsun. Bırak bu sefer işte, yapma. İyi gelmiyor sana yazmak. Umutsuzluğuna daha çok tuz döküyorsun. Kendi kendini yiyip bitiyorsun aslında sen.
Şimdi bir kahve yap kendine, en sevdiğin filmi ya da kitabı aç. Düşünme bu kadar. Her şey geçecek, geçmeyecek hiçbir şey yok hayatında biliyorsun. Bu yalnızlığını sen seçtin o yüzden bu yalnızlıktan ziyade tek başına kalmak. Bu ikisi arasındaki ayrımı yapman lazım. Bırak, bırak. Geçecek her şey, tekrar ruhunda çiçekler açacak. Merak etme, sadece düşle.

19 Nisan 2020 Pazar

Suç ve Ceza - Dostoyevski



Raskolnikov karakteri oturup saatlerce üzerine konuşulacak tek karakterlerden biridir. Söylenecek o kadar şey var ki... O yüzden sakince yavaş yavaş yazmaya çalışacağım.
Dediğim gibi yazacak çok şey olduğundaj direkt Raskolnikov’ un cinayeti işlediği olaydan başlamak istiyorum. Raskolnikov maddi sıkıntılardan dolayı okulu bırakmış, yoksul bir genç. Para sıkıntısını bir nebze de gidermek için Alyona İvanovna’ ya bazı eşyalarını rehine olarak verip karşılığında para alıyor. Böyle böyle geçinmeye çalışıyor. Ve zaman geliyor ki bu maddi bunalımlar, tekrar okuluna başlamak istemesi, açlığı, annesi ve kız kardeşinin yarattığı sinir bozukluğu derken bir gün eline aldığı balta ile Alyona İvanovna’ yı öldürüyor. Alyona’ yı tam öldürmüşken odaya giren ve her şeye tanık olan Lizaveta İvanovna’ yı öldürüyor. Sonra paraları da alıp kaçıp evine geliyor ama Raskolnikov bu paraları saklıyor ve kullanmıyor. Raskolnikov’ un bu cinayeti işlemesinde daha bir sürü nedenler var aslında. Kafasında öyle şeyler var ki... Kendine “Napolyon ne yapardı” gibi sorular sorması ve onun düşündüğü gibi düşünmesi, ve kitabın 615. Sayfasında da Svidrigaylov’ unda dediği gibi “ amaçlanan şey iyi ise, işlenecek bir cinayet uygun görülebilir.!”
Aslında Raskolnikov o kötü kalpli kocakarıyı öldürüp maddi sıkıntıdan kurtulmak, hayatını düzene sokmak ve öğrenimine devam etmek istiyordu. Yani parayı iyi bir amaç uğruna harcayacaktı. O yüzden yapacağı şey doğru ve güzel bir şey ise o kocakarıyı öldürmenin insanlık ve kendisi için iyi bir şey olduğunun düşüncesinde idi.
Başka bir yorum yapılacak olursa, gene kitaptan alıntı:” Suç toplumsal düzenin bozukluklarına karşı bir protestodur.” sözüylede niyetini açıkca belirtiyor. Aslında Raskolnikov yaşadığı çevre, maddi sıkıntı, yalnızlık, içe kapanıklık yani ona acı veren her şey adına işledi bu cinayeti. Cinayetten sonra bazen üzüldü, bazense hiç üzülmedi. “ Ben o gün kocakarıyı değil, kendimi öldürdüm!” sözü bu teoriyi kanıtlar niteliğindedir. Bazı zamanda ise “ Ben öylece öldürdüm; kendim için, yalnızca kendim için yaptım bunu.” dedi. “ O sıralar öğrenmek istediğim şey bambaşkaydı, bambaşka bir şey vardı: Ben de herkes gibi bir bit miydim, yoksa bir insan mı? Önüme çıkan engeli aşabilir miydim, aşamaz mıydım? Eğilip iktidarı yerden almaya cesaret edebilecek miydim, edemeyecek miydim? Titreyen bir yaratık mıydım, yoksa hakları olan biri mi? Raskolnikov aslında bu cinayeti işleyerek baş kaldırma olayını yaşattı bizlere. Zengin- fakir, üst tabaka-alt tabaka olayı yüzünden de işledi bu cinayeti. Halkın üst tabakasında yaşayan insanlara bir baş kaldırmaydı bu, bir devrim! Her şeye sahip olan ve diğer tabakaları küçümseyen zenginlere ithafen işledi. “ Kendileri milyonlarca insanın canına okuyorlar. Üstelik de bunu erdem sayıyorlar.” gerçekte öyle değil mi? O bu paraları alıp her şeyi yoluna koymak istiyordu sadece. Ve belkide bu cinayeti işleme sebebini en iyi anlatan cümlelerden biri:
“Ben bir insan öldürmedim, ben bir ilkeyi öldürdüm.”

Kitapta karakterlerin birbirleriyle inanılmaz güzel diyalogları var. Raskolnikov’ un dergiye yazdığı makale üzerine konuştukları yer, Raskolnikov’un Sonya’ ya itiraf etmesi, Raskolnikov’ un Porfini ile hem karakolda hem de evde konuştukları yer beni çok etkilemiştir. Ah Raskolnikov!

Daha yazılacak çizilecek o kadar çok şey var ki! Dostoyevski’nin de dediği gibi “Ama burada yeni bir öykü başlıyor: Bir insanın yavaş yavaş yenilenmesinin, yeni bir hayat bulmasının, bir dünya dan başka bir dünyaya geçmesinin, hiç bilmediği yepyeni bir gerçekle tanışmasının öyküsü... ve bu öykü yeni bir kitabın konusu olabilir. Bizim şimdiki öykümüzse burada bitiyor.

13 Nisan 2020 Pazartesi

Sahil


Temmuz ayında bir akşamüstüydü. Akşam üstleri ona hem hüznü hem mutluluğu hatırlatıyordu. Hava ne aydınlık, ne karanlık... Yavaş yavaş sesler kesilmiş, insanlar evlerine gitmişti. Bir şeyleri yapmak için ne çok geç ne çok erkendi onun için. Kısacık saçlarının arasına giren rüzgar, üstünde ipince uzun bir elbise, terliklerini çıkarmış yürüyordu sahilde nereye gittiğini bilmeden. Gözlüğünü çıkardı ve çıplak gözle batan güneşin kızıllığına bıraktı kendi. Batan gerçekten güneş miydi onun için? Peki denize bakarken usul usul atamadığı neydi içinden? Boşverdi. Tekrar yürümeye başladı. Ayaklarının altına batan tortuları da artık umursamıyordu. Üstündeki elbiseyi çıkarıp kendini denize bırakmak istiyordu. Hafif, çok hafif olmak istiyordu bu hayatta. Bu yüzden de zaten zayıftı. Fazla yemek yemeği sevmez, kendini rahat hissetmek isterdi. Başkaları onun bu zayıflığına anlam veremezdi çünkü onlar hayatı doruklarında yaşamak, yemek, gezmek, eğlenmek isterlerdi. Ama onun tüm düşüncesi tamamen farklıydı. Onlar mı çok açgözlüydü, yoksa onun ki mi abartılıydı? Farketmezdi.

Yavaş yavaş bir banka oturdu. Baktı, baktı ve saatlerce bakmaya devam etti. İçinden atamadığı, onun kafasını meşgul eden hep bir şeyler vardı. Acı çekiyor ama bir o kadar da bu acıdan keyif alıyor gibiydi. Elinde olsa şuan da gökyüzüne kanat açıp, bütün acılarını arkasında bıraktıktan sonra da en sert bir şekilde çakılmak istiyordu yere. Demek ki onun için acılarını hafifletmek ya da tümden yok etmek önemli değildi. Önemli olan tamamen bütün hayatının sona ermesiydi. Bunu yapamayacağını da adı gibi biliyordu. Zayıflığı sadece fiziksel olarak değil ruhsal anlamda da geçerliydi. Bankta otururken şöyle düşündü:

” Ne vardı bütün her şeyi şu denize döksem... Adaletsizlikler, haksızlıklar, olmayacak hayallerim, biten dostluklarım, nefretim, öfkem... Hepsini hemen burada şu denize döksem. Akıtsam bütün zehrimi. Ben, ben olmaktan çıksam sonra. Onların istediği gibi biri değil de kendi istediğim gibi biri olsam? Bitecek mi bütün bunların hepsi şimdi? Gene hiçbir şeyi halledemeden mi gideceğim eve?” 

Neredeyse buraya her hafta gelir, yine aynı şeyleri düşünür ama hiçbir şeyi halledemeden evin yolunu tutardı. Diğer günlerde olduğu gibi bugün de hiçbir şeyi halledememişti. Artık tatlı dediği o rüzgar saçlarının arasından girip bütün bedeninde ürpertiye yol açıyor, bütün insanların onu üşüttüğü gibi üşütüyordu. Bir şey vardı, sadece bir şey. Hayatında öyle bir şey eksikti ki hiçbir şey buna çare olamıyordu. Bozuk olan parçayı bilmediği için tamir de edemiyordu. O sanki bütün insanlığın çekeceği acıları fedakarlık yapıp kendi üstüne almıştı. Gözlerinden süzülen gözyaşlarını bile silecek gücü bulamıyordu kendinde. Acaba o gözyaşlarını silecek biri mi eksikti? Kafasında hiçbir şeyi çözemeden kalktı yerinden. Sakince terliklerini giydi, güneş çoktan batmıştı. Yürürken yüzünde oluşan tebessüm artık yok olmuş, yerine gözyaşlarını bırakmıştı. Biliyordu, çözülemeyecekti bu düğüm. 

3 Mart 2020 Salı

Keşke



    Aslında benim bütün derdim kendimle. Tabii elimde olmayan sebeplerden ötürü hayatımın mahvoldu durumlar çok fazla ama gene de kafamı duvarlara vuracak kadar hatalar yaptım. Aslında kendi yaptığım hatalara o kadar takılan biri değilim. Elinde sonunda kendimle özeleştiri yapar, düzelecek yerleri düzeltmeye çalışırım. Zaten düzeltemeyecek olanlar için pek yapılacak şey yoktur. Çünkü onlar insanlarla ilgilidir. Peki ya dış çevredeki olayların beni etkilemesi ve düzeltemeyeceğim sebepler ? Dış çevrede yaşanan olayların senin hayatını etkilemesi kadar kötü bir şey yoktur.  Çünkü bundan sonra yapacağın her şey, atacağın her adım ve verdiğin her karar bu olay yüzündendir. Seni tamamen etkiler ve altına alır. Daha sonra yapacakların ‘mecburi’ olarak karşına çıkar ve elinde sonunda aklın yapamadığında kalır. Arkasından hep keşkeler başlar kafanı kemirmeye. Bir kelime ne kadar can yakıcı olabilir işte o zaman anlarsın. Yaşanan olaylar seni öyle etkilemiştir ki kendine çıkış yolu aramaya başlarken o yolda kaybolursun. İşte bütün gözyaşları o yolda akıtılır. O yol önceden o kadar da kötü görünmezken senin dikenli yatağın olmuştur. İlerlemek zorundasın işte ne olursa olsun dimi? Ama öyle olmuyor, yaşanmıyor.  Kim verecek peki  yıkılan umutlarının hesaplarını, kim özür dileyecek akan her gözyaşın için? Kimse. Hem özür dilese ne olacak sanki. Ne telafisi mümkündür ne de zamanı geriye alabilirsin. Geriye kalan hep aynı şeydir işte. Keşke…

25 Ağustos 2019 Pazar

Oysa daha yirmi beş yaşımı dahi görmeden

Parçalanıyorum yavaş yavaş. Büyüdükçe ağarmaya başlayan saçlarım gibi tükeniyor hayatım. Oysa daha yirmi beş yaşımı dahi görmeden. Tükeniyor her şey, her geçen nefesimden. Bir ok gibi delip geçiyor hayat beni, ben istemeden. Her şey benim haricimde gerçekleşiyor. Bir söz hakkı dahi tanımıyor bana. Oysa ne hayallerle, ne umutlarla büyütmüştüm içimde hiç büyümeyen çocuğu. Her gün dertsiz tasasız parka götürdüğüm, oyunum yarıda kalmasın diye annemden salçalı ekmek istediğim, sırtım terliyor diye havlu koyduğum o çoçuğun artık şakakları kırışıyor. Oysa daha yirmi beş yaşımı dahi görmeden.

Durup dururken gözlerim doluyor. 

Babamın ateri oynarken bitirdiği oyun sonunda ekrana çıkan prensesleri düşünüyorum. Öyle beklerdim ki oyun sonunun gelmesini... Hayatımda hiçbir şeyi bu kadar bekleyeceğimi düşünmezdim. Sonra anladım ki bekleyeceğim daha çok şey varmış meğer. Oysa daha yirmi beş yaşımı dahi görmeden. 

Kaybettiklerimi düşünüyorum. Zihnimde ve ruhumda yitirdiklerimi değil. Kanlı canlı yanında oturup, sohbet ettiğim insanların gidişlerini hissediyorum yüreğimde. Lise ikinin başında nöbetçi öğrencinin beni dersten çıkarıp müdürün odasına götürdüğünde ablamı ve kuzenimi gördüğüm o anı anımsıyorum. Sonra bana verdikleri ölüm haberinin içimde yaktığı o kor ateşi. Henüz yaşım on beş. Şimdi diyorum ki ölmeseydi nasıl olurdu her şey? Bi nebze aile buluşmalarımız, bayram görüşmelerimiz daha neşeli geçerdi. Kimsenin gözleri dolmazdı, dudaklarının arasındaki o gülmeler gerçek olurdu, candan olurdu. O, bizlerin doğum gününde sehpa aranırken yere yatar, bize sehpa olur, pastamız onun sırtında üflenirdi. Keşke diyorum keşke... Başım ağrıyor. 

Şimdi hiç bilmediğim bir aksanda bilmediğim bir melodi çınlıyor kulaklarımda. Gözlerim doluyor. Parmaklarımın arası kan içinde. Oysa daha yirmi beş yaşımı dahi görmeden.

11 Şubat 2018 Pazar

Eski dostlar, eski anılar


Üzerime yağan yağmurların sebebini, gökyüzünden yüzülen yağmur damlaları mı zannediyorsun? Tabii ki öyle zannedirsin. En son ne zaman birine gerçekten "nasılsın?" dedin. Ya da ne zaman umurunda oldu iyi olup olmadığı ? Ne kadar nankörüz, ne kadar... Sadece işimiz düştüğünde arayıp sorduğumuz arkadaşlar, gördüğümüz de kafamızı çevirdiğimiz eski dostlar... Neredeler, ne yapıyorlar, kimleler?

Doğum gününde saat 00.00' da doğum günü mesajı atan arkadaşların şimdi doğum gününü hatırlamıyor değil mi ? Ne acı. Sadece biz değil, karşımızdaki insanlar da artık hatırlamıyor, aramıyor, sormuyor, merak etmiyor. Herkes kendi derdin de. Konuşmalar yok, gülüşmeler zaten çoktan gömüldü çukura. Nefes alan bu bedenimiz de her gün değişmeler oluyor fakat dünyanın akışında en ufak bir değişme yok. Herkes kendi derdinde. Bir köşede öylece kendi yağımızda kavruluyoruz. Arada sırada görüştüğümüz insanlar dışında içimize kapanmadık mı sanki?

Hatırlıyor musun arkadaşınla ilk okulu ektiğin o macerayı? Ne eğlenceliydi. Ama hangisiydi, kimdi? Şimdi hatırladın çünkü bayadır aklına gelmemişti. Büyümüşsün gibi sinemaya gittiğin, dondurma yediğin, gezdiğin, ayak bastığınız o yerler... Hala yerinde duruyor her şey biliyorsun. Ama o yanında değil. Tabii ki şimdi diyeceğin şey "Lise, üniversite derken ayrıldı yollarımız." En güzel bahanedir. En güzel. Şunu düşün. Demek ki ne sen onu ne o seni o kadar dost görmemiş. Öyle olsaydı yanında olurdu,olurdun.
Hayat bahanelerin arkasına saklanmak için çok kısa emin ol. Bahanelerin tükendiğin de sende tükenirsin çünkü. Şimdi gurur yapma, zamana aldırış etme, oydu buydu deme.! Elinden indirmediğin telefonunu eski dostlarının hatrını sormak için kullan bir kerede.


2 Şubat 2018 Cuma

Netoçka Nezvanova - Dostoyevski

Sen ne güzel bir kitaptın Netoçka Nezvanova... Hayatı kederle üzüntüyle geçmiş küçük bir kızın öyküsü. Kitabın dördüncü bölümünü nasıl yazardı acaba Dostoyevski? Netoçka’ ya nasıl bir yol çizerdi? Çünkü kitap yarım kalmıştır. Dostoyevski siyasi olaylardan dolayı tutuklanmış, cezaevinden çıktıktan sonra da bu kitaba devam etmemiştir. Öyle duyguyu öyle güzel; kederlere rağmen insanın ruhunu saracak, ısıtacak bir roman olmuş. En çok Netoçka’nın acılı, çocukluk hikayesinde etkilendiğimi söylemeliyim. Babalığı Yefimov, kimi zaman güldürdü beni kimi zaman herkesi güldürüp, içi kan ağlayan bir palyoçaya benzettim onu. (Spoliere) Evden kaçtıktan sonra Netoçka’yı kandırıp onu orada öylece bırakması hele... Netoçka’nın arkasından koşması... Çok etkiliydi. Dostoyevski gene uzun uzun kişileri tasvir etmiş. Tabii yazar Dostoyevski olunca insan kitabın sonunun hüzünlü biteceğini tahmin ediyor - kitaplarında neredeyse hiç mutlu son yok -. Kitap yarım kalsa da Dostoyevski’nin daha sonra unutulamaz eserler vereceği bu kitaptan belliymiş resmen. Netoçka Nezvanova... Kibritçi Kız gibi üzdün beni. Peki kitabı siz yazıyor olsaydınız nasıl bitirirdiniz? Bu dünyadan bir Dostoyevski geçti...


  1. Gözünü karartmak da bazen amacına ulaştırır insanı. Amacına ulaşmayacağını bilsen bile bile devam et. Sonuç ne olursa olsun kaybetmezsin,kazancınsa büyük olur.
  2. Çünkü kendilerini aşağılanmış, ezilmiş saymayı, bundan yüksek sesle yakınmayı çok seven insanlar vardır. Bu yaradılışta olanlar, değeri bilinmeyen büyüklerinin önünde, için için saygıyla eğilerek kendilerini avuturlar.
  3. Kendimi anlamaya başladığım günler acı, buruk bir izlenim bırakmıştır bende.
  4. Yüreğim ta baştan yaralanmış.
  5. Daha dokuz yaşında bir çocukken, akşamları yırtık entarimi annemin hırkasıyla örtüp, elimde birkaç kapik, şeker, çay ya da ekmek almak için bakkala giderken bile merdivende ya da sokakta karşılaştığım insanları öylesine merakla incelemeye beni zorlayan güç neydi acaba
  6. Önemsiz bazı anılarım şimdi acı veriyor bana. Ruhumu sarsıyor.
  7. Anımsıyorum, yalnızlığım, bozmaya bir türlü cesaret edemediğim sessizliğim giderek daha ağır gelmeye başlamıştı bana
  8. Çok yavaş iyileşiyordum(...)Başımdan geçenleri uzun süre anlayamadım.Düş gördüğümü sandım anlar oluyordu. Anımsıyorum, bütün bunların düş olmasını çok istiyordum!




19 Ocak 2018 Cuma

Paulo Coelho - Simyacı




Paulo Coelho'un üçüncü kitabı Simyacı. Endülüslü bir çobanın rüyasında gördüğü bir hazineyi bulmak için koyunlarını, ailesini bırakıp Mısır'a doğru aldığı yolculuğu anlatıyor.
Kitabın başyapıt olmasının bir çok sebebi var okuduktan sonra bunu anlayabiliyorsunuz. Gerçekten tam bir baş ucu kitabı. Umutsuzluğa düştüğünüz zaman, kendinizi amaçsız, işe yaramaz gibi hissettiğiniz de -çoğu zaman hissederiz bunu- açın bu kitabı defalarca okuyun. İşte o zaman ne yapmanız gerektiğini, gerçekten istediğiniz şeyin çok uzaklarda değil de yanı başınız da olduğunu anlayacaksınız.

Santiago iki gün boyunca rüyasında Mısır piramitlerinin yanında bir hazine görünce Mısıra gitmek ister.  Ailesine durumu açıklamaya kara verir. Ailesi onun din adamı olmasını istemiş ona göre bir okula göndermişti. Daha sonra ailesiyle konuşur ve Mısıra gitmek için yola çıkar. İşte bu yolda bir çok kişiyle karşılaşacaktır. Çingene, hırsız adam, billuriyeci ve simyacı. En çok billuriye dükkanında olanlar beni etkiledi nedense. Dükkan sahibi de Müslüman Santiago da Hristiyan. Çok güzel arkadaşlık ettiler. 

Santiago bu yolculuk sayesinde kendi kişisel menkibesini bulur. Yazarın bize vermek istediği bir çok mesaj vardır. Zaten bu roman nasihatname özelliği taşır. Mutluluğa nasıl ulaşılır? İnsan mutluluğu çok uzakta aramamalıdır gibi. Daha fazlasını yazmak istememe sebebim var aslında. Oda şudur: Okuyup, yazarın size vermek istediği mesajı kendiniz almanızdır. 

Son söz olarak, okuyun ! Kendinizden çok şey bulacaksınız ve belki de neden olmasın, uzun süredir ertelediğiniz şeylere başlayacaksınız. Belki seyahat edecek, belki yarım kalan kitabınızı okuyacak ve belki de istediğiniz o kişiyle sıcak bir kahve yudumlayacaksınız. Ertelemeyin hiçbir şeyi ve harekete geçin.

Hepsini yazamasam  kitaptan altını çizdiğim cümleleri sizinle paylaşacağım ve söylediklerimin boşa olmadığını anlayacaksınız. :)

  • Bir düşü gerçekleştirme olasılığı yaşamı ilginçleştiriyor. (syf: 27)
  • Ama düşler, Tanrı'nın diliyle konuşurlar. Tanrı dünyanın diliyle konuşursa bunun yorumunu yapabilirim. Ama senin ruhunun diliyle konuştuğu zaman bunu yalnızca sen anlayabilirsin. (syf:29)
  • İnsan her zaman aynı insanları görürse, bunları yaşamının bir parçası saymaya başlar. İyi, ama bu kişiler de bu nedenle, yaşamımızı değiştirmeye kalkışırlar. Bizi görmek istedikleri gibi değilsek hoşnut olmazlar, canları sıkılır. Çünkü, efendim, herkes bizim nasıl yaşamamız gerektiğini elifi elifine bildiğine inanır. (syf:32)
  • Bütün yüreğinle gerçekten bir şey istediğin zaman, Evrenin Ruhu'nda bu istek oluşu. Bu senin yeryüzündeki özel görevindir. (syf:39)
  • Tanrı, herkesin izlemesi gerekn yolu yeryüzüne çizmiştir, yazmıştır. Senin yapman gereken, senin için yazdıklarını okumak yalnızca. (syf:45) 
  • Düşümü gerçekleştirmekten korkuyorum, çünkü o zaman yaşamak için bir sebebim olmayacak . (syf:72)
  • Çünkü her şeye sahip olacağımı biliyorum ve istemiyorum bunu. (syf:76)
  • Çünkü ben ne geçmişte, ne de gelecekte yaşıyorum. Benim yalnızca şimdim var ve beni sadece o ilgilendirir. Her zaman şimdşde yaşamayı başarabilsem mutlu bir insan olursun. (syf:106)






1 Ocak 2018 Pazartesi

Ernest Hemingway - Yaşlı Adam ve Deniz

Ernest Hemingway - Yaşlı Adam ve Deniz
  
Hani bazen bir şeyleri çok isteriz. İlla olacak diye inat ederiz ya - başkalarına kendimizi kanıtlamak, göstermek vs. - işte Ernest Hemingway bu kitabında tam da bunu anlatıyor bize. 

Santiago, 84 gündür sandalıyla açık denizin sularına açılmış ve bir tane bile balık tutamadan evine dönmüş yaşlı bir balıkçıdır. Santiago'nun yanında onu çok seven, ondan öğrenecek çok şeyi olduğunu düşünen Manolin de vardır. Bu ikili aralarında yaş farklı olmasına rağmen biz gençlerin kuramadığı dostluğu kurmuşlardır. Santigo, uzun süredir balık tutamadığı için Manolin'in ailesi oğullarını balık tutan başka bir balıkçı teknesinin yanına vermişlerdir .Yine de küçük Manolin yaşlı adamı her gün ziyaret etmekten, ona kahve ve yiyecek götürmekten vazgeçmez.


Yaşlı Adam, 85.günün de artık kısmetinin açılacağını düşünerek Gulf Stream’in soğuk sularına sandalıyla birlikte açılmıştır. Kıyıdan epey bir uzak, denizin en koyu olduğu yere iplerini sulara bırakır ve başlar beklemeye. Bir süre sonra iplerinden birine bir balık takıldığını anlar ve başlar çekmeye. Ama oda ne ! Balık o kadar büyüktür ki Yaşlı Adam bir türlü ipi çekemez. Balıkla bir süre inatlaşmaya başlarla ve balık sandalı günlerce sürüklemeye başlar. Yaşlı Adam da ipi bırakmaz. Anlar çünkü 85 gün sonra kısmetinin açıldığı (acaba?). Kendini kanıtlamanın yoludur bu onun için. Bu koskoca balığı alıp evine götürecek ve tekrar herkesin güvenini kazanacaktır. Ama balıkla birlikte günleri oldukça yorgun geçer. Susar, karnı acıkır, uyumak ister. Balık bunlara mani olur. Bir süre sonra balığı vurur ve sandalına yükler. Balık olarak büyüktür ki sandala tam olarak sığmaz bu yüzden başı sefer köpek balıklarıyla derde girer. Köpek balıklarından biri balığın kuyruğunu koparır, diğeri başka bir yerini derken, Yaşlı Adam eve vardığında balıktan geriye neredeyse sadece kafası kalmıştır. Görenler şaşkınlık içerisindedir.


Ernest Hemingway bu romanında esasen bize: umudu, her şeye rağmen pes etmemeyi, inancı öğretmiştir. 600-700 kiloluk bir balıkla yaşlı bir balıkçı nasıl mücadele eder değil mi ? Sadece fiziksel bir güçle yenmedi onu. Pes etmedi, yitirmedi bizim gibi hemen umudunu. Kitabı okurken köpek balıklarının saldırısından birinde öleceğini tahmin etmiştim ama öyle olmadı. Biz hemen kötüsünü düşünüyoruz ama Ernest Hemingway asla öyle düşünmedi. Kitabın en sevdiğim sözlerinden birini buraya ekleyerek kitabı kesinlikle okumanızı tavsiye ediyorum. Herkese iyi günler :)



➤“İnsan, yenilmek için yaratılmadı. Ademoğlu mahvolur ama yenilmez.”


➤"Ama her şeye karşın şu küçücük değnek kalana kadar savaştan kaçmak yok"


Bilgi Yayınları, 17.baskı 






18 Aralık 2017 Pazartesi

Kaçıncısı yağdı üzerime yokluğunun
Kaçıncı kadeh bu kederin
Bak bana, üşüyorum
Bilmediğin çok uzak yerlerdeyim
Senden, herkesten uzakta
Yoklunun bilinmez bir kaosu içindeyim

Düşüyorsun aklıma hiç olmadık yerde
Yüzüm, gözüm pas içindeyim
Ne koşabiliyorum yanına, ne yürüyorum
Ben senin olduğun yere uçarak gelmek istiyorum
Kırma kanatlarımı yağmur, yorma, incitme
Onu görmem gerek ölürüm yoksa

Bir nefes, bir nefes daha
Almalıyım artık çölün ortasında
Duyuyorsan ben i kulak vermelisin şimdi
Ben senden bir yudum su isterken
Sen kimlere bahşettin denizini



17 Aralık 2017 Pazar

Hangi acıyla büyüttüm bedenimi ben ?

Günümün en güzel saatlerinde yaralıyor zaman beni. Gülüşlerimin en içten olduğu vakit, yaktığım sigaramın ateşi düşüveriyor ''kaygı'' gibi içime. Evet kaygı. İçimden, beynimden, söküp atamadığım ''ben şimdi ne yaptım?'' sorusu günün en güzel saatlerin de gelip konuyor aklıma. Peki sahiden ben ne yaptım? Ne yapmışlardı bana? Hangi acıyla büyüttüm bedenimi ben ? Kendi yörüngem de bir sağ, bir sola savrularak gidiyordum sonbahar yaprakları gibi. Genç yaşımda kederlere büründüm. Başkalarının utançlarını, üzüntülerini, mutluluklarını hatta gülüşlerini kendime dert eder oldum. En çok da ben, başkalarının yazdığı senaryolar da oynamak zorunda kaldım. Kendi hayatımda bir oyun oynayamadım. Buna mecbur bırakıldım. Sen yaşadın mı hiç bu duyguyu? Fikrin hiç sorulmadan bunu bunu yapacaksın dediler mi ? Hiç sorma bana neden karşı koymadın diye. Koyamıyorsun, mecbursun...
Düşündüm bir gece, iki gece, üç gece... Düşündüm de bulamadım ben hiçbirinin cevabını. Tam olarak kaçıncı aydı, kaçıncı mevsimdi, yıldı? Kederlenişimin kaçıncı milatıydı? Bulsaydım bunların cevaplarını yokuş aşağı yağmurda süzülen sular gibi sürükleniyor olmazdım şimdi. Bile bile yürümezdim kederin çizgisinden. Mutsuzluk kavramını bir tercih haline getirmezdim. Tercih değil mi ? Bence öyle. Hele ölünceye kadar kalbinizin, aklınızın köşesinden hiçbir zaman silinmeyecek bir yara, zorla sana dayatılan bir sahne varsa hayatınızda artık mutsuzluk bir tercih haline gelmiştir. Artık hiç mutlu olmayacağınıza kendinizi inandırır, mutsuz olmakla barışırsınız ve mutlu bir an olsa bile hayatınızda gülmemeyi tercih edersiniz. Bilirsiniz çünkü mutluluğun geçici, mutsuzluğun kalıcı olduğunu. Hele bağıra bağıra gözyaşlarıyla ıslattığın yanaklarını tek başına silmek zorundaysan anlıyorsun mutsuzluğun bir tercih olduğunu.



En uzun, en çaresiz geceni düşün. Sabah olmadı mı?

   'En uzun, en çaresiz geceni düşün. Sabah olmadı mı? ' diyor Reşat Nuri Gültekin. Düşün, gece boyunca ağlıyorsun, artık gözyaşları...